HAZRETİ HALİD BİN ZEYD
(EYÜP SULTAN HAZRETLERİ)
O ki, İstanbul'un medârı iftiharı, Nebîler Nebîsinin mihmendârı...
O ki; Sahâbîler sarayının meşhur sultanlarından ve Peygamberler Peygamberinin bağrı yanık sevdalılarından biri...
Medine'de dünyaya gelen Hazreti Halid Bin Zeyd, Allah Resûlü'nden duyduğu bir söz üzerine İstanbul surlarına kadar gelmiş ve beka âlemine orada göçmüştür.
Varlığın sebebi olan Cenâbı Peygamber (S.A.V) kâinatın merkezine îmân bayrağını dikmiş, insanları Rabbin birliğine davete başlamıştı...
13 sene Mekke müşrikleriyle pençeleşen Allah'ın Resûlü, nihayet Yüce Hakk'ın emriyle Medine yollarına düştü. Kâinatın Efendisi Medine'ye girdikleri zaman gördüler ki; şehir cıvıl cıvıl kaynamakta ve insanlar saadetle taşmakta...
Güzel Medine'nin etrafı Evz ve Hazrec kabileleriyle çevriliydi. Her kabilenin reisi kendini yola atıyor, peygamber devesinin yularını tutup yalvarıyordu:
Ey Allah'ın Resûlü! Ey kokusu güzel Peygamber! Bize buyurunuz! Size yabancı olmayan, saygıdeğer, düşmanlarınızı tepelemeye gücü yeten ailemize misafir olunuz! Bize şeref bahşediniz...
Mülkün Seyyidi olan Cenabı Peygamber kendilerini karşılayan bu vefakâr insanlara hitap ediyorlardı;
Deveyi kendi hâline bırakınız. Çünkü o memurdur, emir olunduğu yere gider; ona yol veriniz!..
Nebîler Nebîsini taşıyan Kusvâ isimli deve yürüyor halkı da peşinden sürüklüyordu. Bütün gözler hayretle açılmış, herkes heyecandan boğulur gibi olmuştu. Nihayet deve; döndü dolaştı ve ensârın büyüklerinden Ebû Eyyûb Hazretleri'nin hanesi önünde çöküverdi.
Artık göklerin ötesindeki mânâyı getiren Allah'ın Resûlü orada kalacaklardı. Hazreti Halid (r.a) yaralı bir ceylan gibi koştu. Gözlerinin yaşı iplik iplik akıyordu. Sevinç ve saadet içinde sesini yükseltti:
Anam babam sana feda olsun, ey Allah'ın Resûlü! Buyurunuz, hanemize şeref veriniz!..
Hazreti Halid, ensarın en ileri gelenlerindendi. Akabe biatında bulunmuş ve oracıkta Allah'ın Resûlü'nün mübarek elini tutarak ona biat etmiş ve İslâmiyet'e can atmıştı. Sadece kendi müslüman olmakla kalmamış, bütün kabilesini de İslâm dairesinin içine almıştı. İşte Cenabı Peygamber, şimdi kendi hanesindeydi. Âlemde böyle bir devlet kime nasip olurdu ki?..
Varlığın sebebi olan Hazreti Peygamber ona dedi ki:
Ey Eba Eyyûb! Sendeki emaneti bize ver:
Ebû Eyyûb hayeretle sordu:
O emanet nedir, ey Allah'ın Resûlü?
Bize ait bir mektup!..
Gerçekten de onda bir mektup vardı. Babadan evlâda intikal ede ede gelmiş, nihayet Ebû Eyyûb'un eline geçmişti. Bu mektup; Tüban Ebû Keris Es'ad isminde biri tarafından yediyüz sene evvel yazılmıştı. Kâinatın Efendisinin şan ve şerefini belirtiyor ve Ona îmân ediyor, şöyle diyordu:
Ben, Hazreti Ahmed'in Allah tarafından gönderileceğine kesin olarak kanâat getirdim! Ömrüm, onun ömrüne yetişseydi, muhakkak Ona yardımcı olurdum.
O günden sonra kâinatın Efendisi, yedi ay boyunca Hazreti Halid'in evinde kaldılar. Ebû Eyyûb ve zevcesi; Hazreti Peygamber'in bütün hizmetlerini aşk ve şevk içinde yapıyorlardı.
Gönlü eşsiz incilerle dolu yüce sahâbî, Nebîler Nebîsinin bütün gazalarına iştirak etmişti. Allah Resûlü'nün öteler âlemine geçişlerinden sonra da İslâm ordularında yer aldı ve durmadan kılıç salladı. Allah'ın Resûl'üne karşı o kadar candan bir muhabbet taşıyordu ki, bu aşkın kanatlarını saymaya sayılar kâfi gelmez...
Ve kâinatın Efendisinin şanlar şerefler dolu hayatı son bulmuş, cennetteki ebedî saraylarına gitmişlerdi. Onun gidişi Ebû Eyyûb'un yüreğine sanki mızrak gibi saplanmıştı. Gözleri bulut gibi yaş döküyor, gönlü alev alev yanıyordu. Fakat Peygamberler Peygamberi bu dünyadan ayrıldı diye Ebû Eyyûb'un görevi bitmiyor, asıl mukaddes vazife bundan sonra başlıyordu.
Nihayetsiz olan mülkün seyyidi ve Kevser havuzunun sahibi Yüce Peygamberden; "İstanbul fetholunacaktır! Onu fetheden emir ne güzel bir emir, onun askeri ne güzel bir askerdir!.." müjdesini duymamış mıydı?
O hâlde duracak zaman değildi. Son nefesine kadar bu ilâhi müjdenin gerçekleşmesi için gayret göstermeliydi. Ebû Eyyûb (r.a), gözlerini yeni ufuklara dikmişti. Peygamber Aleyhisselâm'dan sonra İslâm devletinin başına geçen halifeler devrinde de cihad ordularında yerini almıştı.
Hazreti Ebû Eyyûbel Ensarî'nin gönlü, çırpınan bir alev gibiydi. Fetih güneşinin ışıklarını görmek istiyordu. Toprakların her zerresini bir ikbâl yıldızına çevirecek olan fetih, elbette gerçekleşecekti. Çünkü kâinatın hilkat sebebi Yüce Peygamberimiz buyurmuştu ki:
"Allah, Rum Konstantiniyye'sini (yani İstanbul'u) mü'minlere tesbih ve tekbirlerle açmadıkça, kıyâmet kopmaz!.."
Artık güzel İstanbul'un surlarına toslamanın zamanı gelmişti. Hicretin 52. senesi, İslâm ordusu harekete geçti. Denizleri kaynata kaynata yoluna devam eden İslâm ordusu, tâ İstanbul surlarına kadar gelip dayandı. Surların çevresinde müthiş bir cenk başlamıştı. Savaşın devam ettiği günlerde Hazreti Halid'i amansız bir hastalık yakalamıştı. Artık ölüm yatağındaydı. Ordunun başkumandanı Yezid, derhal onun huzuruna koştu ve dedi:
Bir arzun var mı Ey Eyyûb'ün babası?
Hazreti Halid (r.a), kuruyan dudaklarını dili ile ıslatıp tane tane cevap verdi:
Ben ölür ölmez; beni alıp tâ ilerilere, surların dibine varıncaya dek götürünüz ve oracıkta toprağa veriniz... Kabrimin üzerinde atlarınızla yürüyüp dümdüz yapınız.
Ya Halid! Bunu ne maksatla yapmamızı istiyorsun?
Maksadım odur ki; İstanbul'u fethe gelen İslâm orduları gayrete gelsin ve benim kabrimin, surların dibinde olduğunu bilsin. Bu onlara şevk ve cesaret verecektir...
Peygamber sancaktarı Hazreti Halid (r.a), daha fazla konuşamadı... Îmân dudakları bir yay gibi gerildi, kelimei tevhidi heceleyen sesi birden kesildi. Şanlı sahâbî, artık bekâ âlemine açılan kapıdan adımını atmıştı.
Zaman ırmağı durmadan akmıştı. Takvimler 1453'ü gösteriyordu. Hazreti Halid (r.a) İstanbul surlarının dibinde yatalı 784 sene olmuştu. Türkİslâm ordusunun başında bulunan genç hükümdar Fatih Sultan Mehmed, mürşidi Akşemseddin Hazretleri'nin işaretiyle, 28 Mayıs gecesi yaptıkları bir hücum sonunda Bizans'ın elinden İstanbul'u almıştı. Peygamberler Peygamberinin ilâhi müjdesi gerçekleşmiş, Fatih yıllardır özlemini çektiği zaferi elde etmişti.
Genç padişahın işi henüz bitmemişti. Sultan; sahâbînin surlar dibinde yattığını biliyordu. Fakat mübarek kabir neresiydi? Türk, İstanbul'u yapmaya oradan başlamalıydı... El uzatıp başvuracağı biri vardı. Hemen yüzü aydınlandı. Ak Şeyh'in çadırına koştu. Gönlü inciler dolu büyük velî, Fatih'in iki elmas kılıç gibi ışıldayan gözlerine hayran hayran baktı ve gülümsedi:
Devletlim, yine neyiniz var?
Fatih Sultan, ışık dolu gözlerini yere eğdi ve dedi:
Sevgili Pirim! Ebû Eyyûbel Ensarî'nin kabrini bulmanı istiyorum!..
Güç bir şey istiyorsunuz Sultanım!
Allah'ın izniyle sizin çözemediğiniz bir düğüm olamaz!
İnşaallah size karşı mahçup olmam!
İnşaallah!
Yüce mürşidin gözlerinde ışıklar yanıp sönüyordu. Fezâlar kadar derin gözlerini bir noktaya dikmişti...
Dervişlerine emir buyurdu:
Seccademi şu noktaya seriniz!
Emir aynen yerine getirildi. Ak Şeyh, derin bir vecd içinde namaza durdu. İki rekât namaz kılıp selâm verdi. Tekrar secdeye kapandı. Göz ırmağı yine akmaya başlamıştı. Hem hıçkırıyor hem de Yüce Allah'a yalvarıyordu. Bir süre sonra o has incinin başı yerden doğruldu. O derin gözleri, ağlamaktan kırmızı yakutlara dönmüştü. Fatih Sultan derhâl koştu, mürşidinin ellerine sarıldı. Ak Şeyh'in îmân dudakları kıpırdadı:
Hünkârım! İlâhi hikmete bakınız ki; seccademizi Hazreti Halid (r.a)'ın kabri üzerine sermişiz. Hemen bu noktayı kazsınlar!..
Talebelerden üç kişi ileriye fırladılar. İşaret edilen yere kazmayı vurdular. Kazma savuranlardan biri de Fatih Sultan'dı. Az zaman sonra toprağın bağrı deşildi. Kazmaların dişleri somadaki mermerden yapılma bir taşa değince madenî bir ses duyuldu. Alıp baktılar. Mermer üzerinde kûfi yazı ile:
"Hâzâ kabri Ebû Eyyûbel Ensarî!" yazıyordu.
Fatih ve dervişlerinin tekbir sesleri birden ufukları tuttu. Hazır bulunanlar derhâl secdeye kapandılar. İşte böylece yüce sahâbînin kabri bulunmuş ve İstanbul'un fethi tamam olmuştu.
Cihan padişahının İstanbul'da temelini attığı ilk binalar, Eyüp Sultan türbesi ve camisi oldu...
Artık Eyüp Sultan'sız bir İstanbul düşünülemez...[/b]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder