Doğu Alman Ayaklanması 16 Haziran 1953’te Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DAC) yönetimindeki Doğu Berlin’de inşaat işçilerinin bir bölümünün sürekli olarak artırılmakta olan iş yüküne karşı kendiliğinden gelişen bir gösteri düzenlemeleriyle patlak veren ayaklanma.
Tarihsel Gelişimi
1950’lilerin başlarında Kızıl Ordu’nun II. Dünya Savaşı sonunda ele geçirdiği ülkelerin siyasi ve toplumsal yapısı az çok Sovyetler Birliği’ninkine benziyordu. Toprak ve sanayi millileştirilmiş ve geriye önemli sayılabilecek büyüklükte herhangi bir burjuva mülkiyeti kalmamıştı. İktidar sosyalizmi inşa etmekte olduğunu iddia eden monolitik Stalinist partilerin elindeydi.
Buna karşılık bu devletlerle Sovyetler Birliği arasında kökenleri itibariyle önemli bir farklılık vardı. Sovyet Devleti daha sonra ihanete uğrayan muzaffer bir proleter devrimi ile kurulmuştu. Doğu Avrupa devletleri ise işçi sınıfının aktif desteği şöyle dursun bu sınıfın şiddetli bir biçimde baskı altına alındığı koşullarda ortaya çıktı.
Stalin başlangıçta Doğu Avrupa’da büyük çaplı millileştirmeler yapmayı amaçlamıyordu. Stalin’in dış politikası iç politikası gibi tek bir egemen saik tarafından belirleniyordu: Sovyet bürokrasisinin kendisini koruması. Stalin’in temel endişesi II. Dünya Savaşı’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki gibi bütün Avrupa’yı kasıp kavuran yeni bir işçi sınıfı ayaklanma dalgasını tetiklemesiydi. Böyle bir devrimci dalga Sovyet işçi sınıfını Stalinist rejime karşı ayaklanmaya teşvik edip rejimin sallanmasına neden olabilirdi. Bu nedenle Stalin’in savaş tarafından temelleri sarsılmış olan burjuva rejimlerini yeniden kurmakta yaşamsal bir çıkarı vardı.
Aynı zamanda Moskova bürokrasisi az daha Sovyetler Birliği ’nin mahvına yol açacak olan Alman saldırısının şoku nedeniyle hâlâ ayakta zor duruyordu. Bürokrasi başka bir emperyalist saldırıya karşı belirli garantiler istiyordu.
Sovyetler Birliği ile Amerikalı Britanyalı ve Fransız müttefikleri arasında yapılan Tahran Yatla ve Potsdam konferanslarında varılan anlaşmaların arka planında bunlar yer alıyordu. Sovyetler Birliği ’ne batı sınırlarını kapitalist Avrupa’dan ayıracak olan bir dizi tampon devlet Polonya Çekoslovakya Macaristan Romanya Bulgaristan ve belli bir ölçüde Yugoslavya ve Arnavutluk üzerinde denetim kurma hakkı tanındı. Almanya Sovyetler Birliği Amerika Birleşik Devletleri Britanya ve Fransa tarafından ortaklaşa yönetilecek ve dört işgal bölgesine bölünecekti.
Tampon devletler üzerinde denetim hakkı tanımak emperyalist güçler açısından verilmiş büyük bir ödün değildi. Bu ülkelerde burjuvazi çok zayıftı ve Nazilerle yapmış olduğu işbirliği nedeniyle itibarını yitirmiş durumdaydı. İşçi sınıfını sadece Stalinizm denetim altında tutabilirdi. Stalin ise emperyalist güçlere Batı Avrupa’da burjuva egemenliğinin yeniden kurulması için destek sağlayacağına dair söz verdi. Sovyet bürokrasisi Doğu Avrupa’da – bütünüyle denetimi altında olmasına ve burjuva partilerin çok zayıf olmalarına karşın burjuvaziyi yeniden iktidara getirdi. Birçok durumda burjuva siyasetçiler tarafından yönetilen bu hükümetlerin kilit bakanlıkları rejimin Moskova’ya sadık kalmasını güvence altına almak için Stalinist partinin temsilcilerinin elinde oluyordu. Bu burjuvazinin iktidara yeniden tırmanabilmek için sahip olduğu tek şanstı. Yerel Komünist partilere işçi sınıfının göstereceği herhangi bir bağımsız inisiyatifi bastırma talimatı verilmişti. Sovyetler Birliği ’de sürgünde bulunan Komünist parti üyeleri bu iş için sistematik bir biçimde eğitildiler.
Soğuk Savaşın Etkileri
Savaş sonrasındaki ilk üç yılda Sovyet işgal bölgesinde çok az sayıda millileştirme yapıldı. Bunun tek istisnası Alman ordusunun ve gericiliğinin omurgasını oluşturan feodal toprak sahibi Yunkerlerin sahip oldukları topraklar ve savaş suçlularının mallarıydı. Buna ek olarak çok sayıda fabrika söküldü ve savaş tazminatı olarak Sovyetler Birliği ’ne götürüldü. Bu uygulama fabrikaların bir çoğunun şimdi artık işlerini kaybetmekte olan işçiler tarafından yeniden inşa edilmesini gerektirdiğinden Sovyet işgal yetkilileri ile yaşanan sürekli bir sürtüşmenin kaynağı haline geldi.
Soğuk Savaş’ın başlaması Doğu Avrupa’ya yönelik Stalinist politikada değişikliklerin yaşanmasına yol açtı. Soğuk Savaş’ın kendisi emperyalizmin Stalinist partilerin verdiği destek sayesinde erişmiş olduğu siyasi istikrarın bir sonucuydu. Batılı hükümetler ani bir devrim tehdidinden korkmamaya başladıkları ölçüde Sovyetler Birliği üzerindeki ekonomik siyasi ve askeri baskıyı artırmaya başladılar. 1947 yılında Marshall Planı temelinde Batı Avrupa’nın ekonomik olarak yeniden inşasına başlandı. Bir yıl sonra Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa arasındaki askeri ittifak olan NATO kuruldu. Ve 1950’de Kore Savaşı’nın başlaması ile birlikte Soğuk Savaş ilk zirve noktasına ulaştı.
Bu gelişmelerin bir sonucu olarak Stalinizmin Doğu Avrupa üzerindeki denetimi iki cepheden tehdit edilmeye başlanmıştı. Bir yandan işçi sınıfı Stalinizme karşı gittikçe daha fazla düşmanca bir tavır alıyordu. İşçi sınıfı sanayinin sökülüp götürülmesinden ardı ardına gelen ödemelerden ve artan yalıtılmışlıktan kaynaklanan ekonomik altüst oluşun bedelini ödemeye zorlanıyordu. İşçiler yaşam standartlarında herhangi bir artış olmadan sürekli olarak üretkenliklerini ve performanslarını arttırmaya zorlanıyordu. Aynı zamanda bürokrasinin işçi sınıfına karşı bir ağırlık oluşturmak üzere beslediği burjuva unsurlar yüzlerini Batıya dönmeye başlamış ve bu şekilde Sovyet denetimini tehlikeye sokmuştu.
1948 yılında Moskova ile Yugoslavya arasında Doğu Avrupa üzerindeki Stalinist denetimin altını biraz daha oyan açık bir anlaşmazlık patlak verdi. Yugoslav Komünist Partisi iktidara güçlü bir partizan hareketinin başını çekerek gelmişti ve Moskova’ya diğer Doğu Avrupa partilerine kıyasla daha az bağımlıydı. Yugoslav Komünist Partisi’nin önderi Tito Stalin’in emirlerini kabul etmeye daha fazla razı değildi. Tito sosyalizme giden alternatif bir yol konusunda umutların doğmasına yol açtı ancak kısa bir süre sonra emperyalizmle kendi uzlaşmasını sağlamaya emperyalist blok ile Sovyet bloku arasında bir manevra politikası uygulamaya karar verdi.
Bir yandan işçi sınıfı diğer yandan burjuvazi tarafından tehdit edilen Stalinist bürokrasi programını değiştirmeye zorlandı. Ulusal burjuvazi ile bir arada varolmak artık daha fazla mümkün değildi. Burjuva siyasetçiler ve partiler hükümetlerden tasfiye edildi ve burjuva mülkiyeti büyük ölçüde kamulaştırıldı. Almanya’da bu gelişmeler özellikle keskin bir biçim aldı çünkü bu ülkenin siyasi statüsü konusunda henüz nihai bir karar alınmamıştı.
Stalin 1948’de hâlâ siyasi olarak tarafsız ve Sovyetler Birliği ’nin üzerinde belirli bir etkiye sahip olabildiği birleşik bir Alman devleti yaratmayı umuyordu. Stalin bu seçenekten 1952 yılına kadar tam olarak vazgeçmedi. Bu tür bir perspektifle Sovyet işgal bölgesinde SPD ve KPD –Sosyal Demokrat ve Komünist partiler SED’in (Almanya Birleşik Sosyalist Partisi) çatısı altında birleştirildiler. Aynı amaca hizmet etmek üzere burjuva partileri SED ile bir blok oluşturdular.
Ancak SPD Batıdaki bölgelerde KPD ile birleşmeyi reddetti ve Almanya’nın Batı bloku ile bütünleşmesi için hummalı bir şekilde çalıştı. CDU da aynı politikayı uyguladı ve Amerikan ve Britanya hükümetlerinden destek gördü. 1948 Haziranında Berlin’in Batı Kesimi de dahil olmak üzere Batı bölgelerinde yeni bir para birimi Sovyet hükümetiyle öncesinde herhangi bir anlaşmaya varılmadan tedavüle sokuldu. Halen eski para biriminin tedavülde olduğu Doğu Alman ekonomisi çökme tehdidiyle karşı karşıya kaldı.
Almanya'nın Bölünüşü ve Toplumsal Huzursuzluk
Stalinistler politikalarının yaşam standartlarında daha fazla düşüşe yol açacağından para reformuna bir günlük grevle tepki göstermiş olan Batı bölgelerindeki işçilere çağrı yapabilirlerdi. Bunun yerine bütün insan ve yük trafiğini durdurarak Batı Berlin’i ablukaya almayı kararlaştırdılar. Sıkıntıyı çeken Batı Berlin işçileri oldu. Amerikan hükümeti bu fırsatı bir hava köprüsü kurmak ve kendisine Batı Berlin halkının kurtarıcısı süsü vermek için kullandı.
Şimdi Almanya’nın bölünmesi tasdik edilmiş oluyordu. 1949 Mayısında Amerikan Britanya ve Fransız bölgelerinde Federal Alman Cumhuriyeti kuruldu. Beş ay sonra Sovyet bölgesinde Demokratik Alman Cumhuriyeti kuruldu. Doğu Almanya’da burjuva mülkiyeti hızla ortadan kaldırıldı. 1948’de Sovyet bölgesindeki bütün bankalar millileştirildi. 1951’de Doğu Alman parlamentosu birinci beş yıllık planı kabul etti ve 1952’de yapılan bir parti konferansı "DAC’de sosyalizmin temellerinin sistemli bir biçimde kurulması gerektiğini" ilan etti.
Millileştirmeler işçiler tarafından memnuniyetle karşılanıyordu. Bu memnuniyet kendisini 1946’da Saksonya’da savaş suçlularının ve Nazi eylemcilerinin sahip oldukları büyük fabrikaların kamulaştırılması ile ilgili oylamada göstermişti –lehte oy kullananların oranı yüzde 78 olmuştu. Bununla birlikte millileştirmelere işçi sınıfına karşı yöneltilmiş daha ağır bir baskı dalgası eşlik ediyordu.
Stalinist SED resmi olarak "Bolşevik tipte Leninist parti" olarak ilan edildi ve çeşitli kereler tasfiyeler yapıldı. Tasfiyelerin ilk kurbanları eski SPD üyeleri oldu. Bundan sonra sıra 1933 öncesinde KPD dışında olan ve KPD’ye 1945’de yeniden katılmış olan komünist grupların üyelerine geldi. Nihayet savaş öncesinde KPD ve SPD içinde aktif olanların bir çoğu ihraç edildi ve yerlerine savaş sonrasında Stalinist okullarda eğitilmiş genç deneyimsiz üyeler yerleştirildi.
1949’da yapılan parti seçimlerinde daha önceki parti görevlerinin sadece dörtte biri yeniden seçilebildi. Yeni görevlilerin üçte ikisi 1945 öncesinde ne SPD’de ne de KPD’de siyasi olarak aktifolmamışlardı. Atmosfer göz korkutma ve "Sosyal Demokrat" "Troçkist" ve "Titoist" ajanlık suçlamalarıyla doluydu. Stalin kültü yeni doruklara ulaşıyordu.
Burjuva partileri resmi olarak yok edilmemişti. Bunun yerine bürokrasinin yardımcı enstrümanlarına dönüştürülmüş ve sadık Stalinistlerin denetimi altına sokulmuşlardı. Hatta iki tane yeni sağcı parti kuruldu. Bunların görevi daha önce siyasi faaliyet göstermeleri yasaklanmış eski sağcıları ve hatta faşistleri DAC rejimine payandalık yapmak üzere örgütlemekti.
Doğu Avrupa Devletleri'nin Sınıf Karakteri
Doğu Avrupa’da yaşanan siyasi değişimler önemli siyasi soruların sorulmasına yol açtı. Stalinist bürokrasi tarafından uygulanan geniş kapsamlı millileştirmelerin ardından burjuva sınıfından geriye pek bir şey kalmamıştı. Doğu Avrupa devletleri hâlâ burjuva devletler olarak tanımlanabilir miydi ya da bunlar işçi devletleri miydi? Bu sorular Dördüncü Enternasyonal’in içinde yoğun bir tartışma başlattı. Bu tartışma nihayet 1953 yılında Michel Pablo ve Ernest Mandel’in başını çektiği bir oportünist kanat ile Uluslararası Komite tarafından temsil edilen Marksist kanat arasında bir bölünmenin yaşanmasıyla sonuçlandı. Dördüncü Enternasyonal’in içinde 1948’den itibaren Doğu Avrupa devletlerinin işçi devletleri olarak tanımlanması gerektiği yolunda düşünceler öne sürülmeye başlandı. Bu tür bir tanımlamanın lehinde öne sürülen gerekçeler ampirisist bir doğaya sahipti. Gerçekler ya da gerçek olduğu kabul edilen şeyler sıralanıyor ancak verili fenomenin tarihsel kökenlerine ve bir bütün olarak uluslararası bağlama hiçbir rol oynama hakkı tanınmıyordu. Doğu Avrupa devletleri Sovyetler Birliği ’ne çok benziyorlardı –bu inkar edilmesi mümkün olmayan bir gerçekti. Dördüncü Enternasyonal Sovyetler Birliği ’nin yozlaşmış olsa da bir işçi devleti olduğu konusunda her zaman için ısrarcı olmuştu. Dolayısıyla bu devletler de birer işçi devletiydiler.
Dördüncü Enternasyonal’in çoğunluğu bu türden kolaycı bir kıyaslamayı reddetti. İki temel itiraz yapıldı. Bunlardan ilki millileştirmelerin kendi başına bir işçi devletini tanımlamaya yeterli olmayacağıydı. Temel sorun ise millileştirmelerin nasıl yapıldığı ve onları yapanın kim olduğuydu.
Doğu Avrupa devletlerinin aceleci bir biçimde işçi devletleri olarak tanımlanmasına karşı yöneltilen itirazlar bu gelişmelerin kendi uluslararası bağlamı içinde değerlendirilmesi gerektiğini söylüyordu. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Yürütme Komitesi 1949 Nisanında aldığı bir kararda şu vurguyu yapıyordu: "Stalinizmin değerlendirilmesi lokalize olmuş sonuçlar temelinde yapılamaz; bu değerlendirme Stalinizmin dünya ölçeğindeki eylemlerinin bütününden hareket etmelidir." Karar Stalinizmin "kapitalist düzenin Avrupa’da ve Asya’da aniden ve eş zamanlı olarak çökmesini engelleyen belirleyici bir etken" olduğuna işaret ediyordu.
DAC’nin yıkılmasından 40 yıl önce yazılmış olan bu satırlar onun çöküşünü anlayabilmek açısından kritik bir öneme sahiptir. Pek çok Marksist öngörü için söz konusu olduğu gibi bu öngörünün de gerçekleşmesi onu kaleme alanların düşündüğünden daha uzun bir zaman aldı. Ancak Doğu Avrupa’da uygulamaya konulduğu iddia edilen "sosyalist" önlemlerle kıyaslandığında Stalinizmin eylemleri ile dünya proletaryasının bilincinde yarattığı tahribat – uzun vadede – çok daha ağır basmıştır.
En nihayetinde Dördüncü Enternasyonal Doğu Avrupa’da kurulan devletleri tanımlamak üzere "yozlaşmış işçi devletleri" kavramını kullandı. Ancak bunu yaparken "yozlaşmış" sıfatına vurgu yaptı. Bu şekilde bu devletlerin kökenlerinin çarpık ve anormal karakterine işaret etmiş oldu. Bu tanım bu devletlerin egemen bürokrasi devrimci bir işçi hareketi tarafından alaşağı edilmediği ve işçi iktidarının gerçek organlarını kurmadığı sürece kendi ayakları üzerinde duramayacaklarını anlatıyordu.
Kısa bir süre içinde tartışmanın ilk başlarında Doğu Avrupa’daki rejimlerin bir işçi devleti olarak tanımlanması gerektiği konusunda ısrar edenlerin aslında farklı bir perspektif geliştirmekte oldukları görüldü. 1949’un Eylülünde Michel Pablo "kapitalizmden sosyalizme geçişin yaşanacağı yüzyıllara yayılacak olan bütün bir tarihsel dönem boyunca devrimin öğretmenlerimizin önceden düşündüklerinden çok daha çapraşık ve karmaşık gelişimiyle karşılaşacağız ve işçi devletleri normal değil fakat kaçınılmaz olarak tamamen yozlaşmış olacaklar" öngörüsünü yaptığı bir makale yayınladı.
Burada Doğu Avrupa’da kurulan rejimler artık varlığını sürdüremeyecek olan tarihsel yozlaşmalar olarak değil fakat sosyalizme giden yolda geçiş sağlayan ve hatta gerekli olan bir aşama olarak sunulmaktadır. Bu noktada Stalinizme ilerici bir rol atfedilmesine fazla bir mesafe kalmamıştı. Aslında Pablo’nun ulaştığı sonuç da buydu. Ona göre Doğu Avrupa’da yaşananlar Stalinizmin nesnel gelişmelerin baskısı altında kendisini reforme edebileceğini göstermişti. Dördüncü Enternasyonal’in bağımsız partilerini inşa etmeye artık gerek yoktu. Bunun yerine Dördüncü Enternasyonal’in kadroları –onun tanımladığı şekliyle "gerçek kitle hareketi"nin içine girmeli ve Stalinist ve diğer bürokratik güçleri etkilemeliydi.
Pablo Dördüncü Enternasyonal’in seksiyonlarını Stalinist partilerin içinde eritti ve sekreter olarak konumunu kötüye kullanarak bu gidişe karşı çıkan herkese bürokratça tavır aldı. Bu durum James P. Cannon’ın "Açık Mektup"unun –Uluslararası Komite’nin kurucu belgesinin yayınlanmasına yol açtı.
Doğu Almaya'da Ayaklanma
Dördüncü Enternasyonal içindeki tartışma ilerlerken Doğu Avrupa’da yaşanan olaylar Uluslararası Komite’nin haklılığını kanıtladı. Dördüncü Enternasyonal’de yaşanan bölünmeden kısa bir süre önce Doğu Almanya’da işçi sınıfı ile Stalinist bürokrasi arasındaki çatışma en yüksek noktasına ulaştı. 16 Haziran 1953’te –Stalin bu tarihten üç ay önce ölmüştü Doğu Berlin’deki inşaat işçilerinin bir bölümü sürekli olarak artırılmakta olan iş yüküne karşı kendiliğinden gelişen bir gösteri düzenlediler. Kısa bir süre içinde 10.000 işçi daha bu protestolara katıldı. Ertesi gün bütün Doğu Almanya’da yüz binlerce işçi greve gitti. İşçiler sadece eski çalışma koşullarına geri dönmeyi değil fakat aynı zamanda hükümetin istifasını ve serbest seçimlerin yapılmasını da talep ediyorlardı. Halle Merseburg ve Magdeburg’da grev komiteleri şehirlerin denetimini geçici olarak ele geçirdi ve siyasi mahkumları serbest bıraktı.
Stalinist egemenler ve Sovyet işgal güçleri isyanı kaba kuvvet kullanarak bastırdılar. Savunmasız işçilere karşı tanklar gönderildi.Yüzden fazla insan öldürüldü. Yüzlerce işçi tutuklandı ve yıllarca hapiste kaldı. Greve önderlik eden altı kişi ölüme mahkum edildi.
Doğu Almanya’da meydana gelen kanlı olaylar işçi sınıfının yaratacağı basınçla Stalinist bürokrasinin kendini reforme edeceğine ve işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlayacağına dair Pablocu iddiayı açıkça çürütüyordu. Oportünist çizgilerini savunurken "gerçekler" konusunda ısrarcı olan oportünistler oportünist yönelişlerine ters düştüğünde gerçeklere karşı tamamen duyarsız kalıyorlardı. Bununla birlikte oportünizm bir siyasi yanlış anlama değildir aksine sınıflı toplumda derin nesnel kökleri vardır.
Uluslararası Komite Doğu Almanya’daki ayaklanmayı "Sovyetler Birliği ’nde iktidarı gasbetmesinden ve konsolide etmesinden bu yana Stalinizme karşı yapılan ilk kitlesel ayaklanma" olarak değerlendirirken Pablo bütün bu kanlı olayları göz ardı etti. Pablo bunun yerine ayaklanmanın ardından korkuya kapılan bürokrasinin işçilere kimi ekonomik ödünler verdiğini vurguladı. Bu ekonomik ödünleri kendi teorisinin doğruluğunu gösteren yeni bir kanıt olarak sundu.
Pablo şunları yazdı: "Sovyet önderler ve şu çeşitli ‘Halk Demokrasileri’nin ve Komünist Partilerin önderleri bu olayların derin anlamını daha fazla çarpıtamaz ya da göz ardı edemezler. Kendilerini kitlelerin desteğinden sonsuza dek mahrum etme ve daha güçlü patlamalara yol açma riskinden kaçınabilmek için hâlâ daha fazla ve gerçek ödünler verme yolunda yürümek zorundalar. Bundan sonra yarı yolda duramayacaklar. Yakın gelecekte daha ciddi patlamaların yaşanmasını önlemek ve eğer mümkünse mevcut durumdan kitleler için daha tahammül edilebilir bir ortama ‘istemeye istemeye’ geçmek için ödünler vermek zorundalar." (The Heritage We Defend s 234235)
Bu sözler bütünüyle karşı devrimci Stalinizm için özürler bulmaya yönelikti. Üç yıl sonra daha önce Doğu Almanya’da yaşanmış olanlar bu kez Macaristan’da çok daha geniş bir ölçekte tekrarlandı. Ancak Pablocular Stalinizmin içindeki solcu eğilimler hakkında spekülasyonlar yapmaya devam ettiler. Pablocular bizzat Stalinizmin bir payandası haline geldiler ve işçi sınıfının devrimci bir perspektiften uzak tutulmasında kritik bir rol oynadılar.[/b]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder