21 Ocak 2014 Salı

Osmanlı Padişahlarının 17.yy'daki Yönetim Felsefesi

Osmanlı yönetim sistemi Türk ve İslam devletleri gelenekleriyle Orta Doğu’daki eski yönetim anlayışlarının bir sentezi durumundadır.Osmanlı Devleti yönetimi İslam hukukuna dayanan merkezi ve monarşik bir devlet idi. Osmanlı devlet anlayışının temelinde hükümranlık adalet ve düzen ilkeleri yatar.



Osmanlı hükümdarlarının hakimiyet kaynağı ilahidir. Mutlak ve devredilmez haklara sahip olan padişah Osmanlı hanedanına mensuptu. Devlet kurucusunun adını taşıyordu. Osman Gazi’nin soyundan ailenin erkek bireyleri saltanat makamına geçmişlerdir. Saltanatın bu aileye mahsus olduğu düşüncesi devletin siyasi varlığını yitirdiği ana kadar devam etmiştir. 17. yy.ın başlarına gelinceye kadar tahtın boşalması durumundaki oraya kimin geçeceğine ilişkin kesin bir belirleme yoktu. Bu durum eski Türk geleneğinden kaynaklanıyordu. Buna göre ailenin bütün erkek bireyleri taht üzerinde hak sahibiydi. Onun için padişah ölünce oğullarından hangisinin tahta geçeceği konusunda devlet yönetiminde etkili gurupların (ümera ulema vb.) tercihleri önemli rol oynuyordu. Buna biat denir. Bütün grupların biat etmesiyle padişahlığı tanınan şehzade tahtın sahibi olurdu. Bu da bize her ne kadar mutlak bir otoritesi ve hakimiyeti olsa da padişahın karar verirken yönetimde söz sahibi diğer kişilerin de fikirlerini dikkate aldığını gösterir.



Padişah oğullarına şehzade denirdi. Şehzadeler geleceğin padişah adayı olmaları nedeniyle küçük yaştan itibaren devlet ve askerlik işlerinde deneyim kazanmaları için Amasya Manisa Trabzon gibi sancaklara gönderilirlerdi. Örnek vermek gerekirse Evliya Çelebi’nin de notlarında belirttiği gibi II. Murat oğlu Fatih Sultan Mehmet’i yönetimi ondan devralmadan önce şehzade olarak Manisa’ya göndermiştir. Fatih Sultan Mehmet Manisa’yı yönetirken orada ilimle de uğraşmış tarih öğrenmiştir. Böylelikle bir yandan yönetim tecrübesi kazanmış bir yandan da ona ileriki yıllarda ülkeyi yönetirken lazım olacak gerekli bilgi ve görgüyü kazanmıştır.



Padişahın emirlerine ferman denirdi. Padişahlar idari yetkilerini sadrazam dini yetkilerini şeyhülislam aracılığıyla kullanırlardı. Sadrazam padişahın mutlak vekiliydi onun mührünü taşırdı. Mühür sadrazama vekalet sadrazamlık alametidir. Padişah mührü kime verirse o sadrazam olurdu. Padişah sadrazamın kim olacağına karar verirken ulema ve ileri gelenlerin de fikrini alır en son kararı kendisi verirdi. Her ne kadar sadrazamlık yetkisi verilecek kişinin bu görevi reddetme gibi bir seçeneği olmasa da mühür verme prosedürü gereği padişah “mührümü sana verdim” der sadrazam da cevap olarak “kabul ettim” diye cevap verir.



Bunun bir örneğine de Seyahatname’de rastlamaktayız. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre Padişah Melek Ahmed Paşa’yı sadrazam tayin etmişti ama O her ne kadar bu görevi istemese de padişaha karsı mührü kabul etmem diyememişti. Padişahın huzurundan çıktıktan sonra bütün vüzera ve vükela ile konuşup istemediğini belirtmiş bunun üzerine onlar da gidip padişaha yeni bir isim önermişlerdir. Padişah mührü Melek Ahmed Paşa’dan alıp İbşir Mustafa Paşa’ya vermiştir. Bir kişi sadrazam olduğu zaman devletin bütün ileri gelenleri onu ziyaret edip huzuruna çıkarlar ona para ve türlü hediyeler verir bağlılıklarını bu yolla ispatlarlardı. Bunun dışında sadrazamlık görevi sadrazam ölene kadar süren bir görev değildir yani gerekli görüldüğü hallerde sadrazamlar görevlerinden azledilebilirler. Hatta imparatorluğun bir döneminde çok kısa süren sadrazamlıklar olmuştur. Bunun en uç örneği dört saat süren bir sadrazamlıktır. Bunun dışında sadrazamlık padişahlıkta olduğu gibi babadan oğula geçmezdi ancak bu uygulama Köprülü Mehmet Paşa’nın ölümünden sonra yerine oğlunun geçmesiyle bozulmuştur. Bu uygulamanın temelinde oğlunun da babası gibi görevini iyi yapabileceğine inanılması yatmaktadır. Köprülü Mehmet Paşa’ya olan güvenden dolayı tecrübesine bakılmaksızın oğlu Fazıl göreve getirilmiştir. Bu döneme kadar sakalı ağarmadan tam bir tecrübe görmeden sadrazamlığa kimse getirilmezdi.



Şeyhülislam ise devletçe yapılacak işlerin şeriata uygun olup olmadığına karar (fetva) verirdi. Padişahlar halife oldukları halde şeyhülislamdan fetva almadan uygulama yapamazlardı. Halk da padişahlar da şeyhülislamın fetvalarına uygun hareket ederlerdi. Melek

Ahmed Paşa ilk sadrazamlığı sırasında halkın tepkisini alacak bir karar verip uygulatmıştır. Bunun sonucunda halk şeyhülislamdan Melek Ahmed Paşa aleyhine fetva alarak O’nun görevden azline sebep olmuştur. Melek Ahmed Paşa’nın ikinci kez sadrazamlık görevini kabul etmek istemeyiş sebebi de daha önceki görevinde başına gelen bu olaydır.



Her ne kadar padişah yasama yürütme ve yargı güçlerini tek başına elinde bulundursa da bu işlerde en yetkili ikinci organ olarak divan karşımıza çıkmaktadır. Divan için bir anlamda padişahın yürütme gücünün uygulayıcısıdır da diyebiliriz. İlk kez Orhan Bey zamanında oluşturulmuştur ancak divanda toplanacak yetkililerin kimler ve kaçar tane olması gerektiğinden her bir divan üyesinin ne giymesi gerektiğine kadar birçok ayrıntıyı kanun haline getiren padişah Kanuni Sultan Süleyman’dır. Divan dini ve ırkı ne olursa olsun tüm Osmanlı halkının hakkını arayabileceği bir kurumdur. Bu anlamda divan halkın yönetime duyduğu güvenin ve adalet duygusuna olan inancının kaynağıdır. Bu klasik divanın dışında Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde belirttiği bir diğer divan çeşidi de “kalabalık divan”dır. Bu divan dışarıdan bir elçi geldiği zaman toplanırdı. Her zaman toplanan divandan farklı olarak kalabalık divanda divan üyeleri altınla süslenir çok ihtişamlı sofralar kurulur yerlere altın işlemeli halılar serilirdi. Bundaki amaç da elçiyi etkilemek devletin gücünü göstermektir.





XVII. YY. LİDERLİK ANLAYIŞI



Osmanlı imparatorluğunda padişahlar sahibi oldukları yönetim gücünü kullanırken bu gücü çeşitli kaynaklardan alırlardı. En çok başvurulan yol da gücün kaynağı olarak korkuyu kullanmaktı. Yöneticilerin verdikleri her görev can pahasına da olsa yerine getirilmeye çalışılırdı çünkü başarısızlığın cezasının ölüm olduğu bilinmekteydi.



Padişah kendisini memnum edecek şeyler yapan kimselere ödüller vererek de emirlerinin uygulanmasını sağlardı. Bunun örneğini Evliya Çelebi de bizzat yaşamıştır. Kendisine bir paşaya iletilmek üzere verilen mektubu gitmesi gereken yere ulaştırması karşılığında büyük miktarda altın verilmiştir. Bu ödüllendirme taktiği sırf padişahların değil paşaların sadrazamların da yeri geldiğinde sık sık başvurdukları bir yöntemdir.



Padişah aynı zamanda imparatorluk düzenindeki konumundan kaynaklanan yasal bir güce de sahipti. Hiyerarşik düzenin en tepesindeki kişi olması dolayısıyla etrafındaki herkese emir verme yetkisine sahipti. Ağzından çıkan her söz emir kabul edilip sorgulanmadan yerine getirilmek zorundaydı.



Padişahlar şehzadelik zamanlarında yönetim tecrübesi kazanmaları için sancaklara gönderilirlerdi. Burada yönetim ve savaş taktikleri üzerine yoğunlaşır bilgi tecrübe ve kültürlerini artırır ülke yönetimine hazır hale gelirlerdi. Bu da emirleri altındaki gerek komutanların gerekse ülke yönetimindeki görevli kimselerin onların karalarına saygı duymalarına ve deneyimleri sayesinde doğru kararı verebileceklerine inanmalarına neden olurdu.Padişahlar yeri geldiğinde tam bir lider özelliği sergileyip yönettiklere insanlara öncü olmuş onların motivasyonlarını artırıcı davranışlarda da bulunmuşlardır. Bu sayede görevi yerine getirecek olan insanların yapmaları geren işe ve başarılı olabileceklerine olan inançları artmıştır. Bunun bir örneğini Fatih Sultan Mehmet’te görüyoruz. Fatih İstanbul’un fethi sırasında bizzat savaş alanına gidip cephedeki askerlerle konuşmuş ve onları cesaretlendirmiştir. Hatta onlara çeşitli vaatlerde bulunmuştur.



Osmanlı devletinde yönetim anlayışı daha bir çok olayda kendini göstermektedir. Aşağıda bununla ilgili Seyahatname’de karşımıza çıkan diğer bazı örnekler de sıralanmıştır:



Yöneticiler kendilerine ya da düzene karşı tehlike unsuru oluşturabileceğini düşündükleri kişiler hakkındaki yargılarını onlara fark ettirmez sinsi onlar hakkında yaptıkları planları uygular ve bu insanları hiç beklemedikleri bir anda kimseye hissettirmeden öldürürlerdi. Kendisine ayaklanacak gözüyle bakılan şüpheli görülen paşalar başka bir vilayete tayin edilir gittiği yerde ise idam fermanı ve cellatla karşılanırdı. Hatta bu o kadar alışılageldik bir uygulamaydı ki tayin edilen paşalar öldürüleceklerini bile bile oraya giderlerdi. Belli durumlarda da bunun tam tersi uygulamalarla karşılaşmaktayız. İsyanları önlenemeyen eşkıyalara devlet kademesinde önemli görevler verilerek devlete bağlılıkları sağlanırdı.



Devlet adamlarının mevki ve iktidar hırsı çok fazlaydı. Sadrazamlarve yönetimden uzaklaştırırlardı. Bu şekilde de tehlike unsurunu ortadan kaldıramadıklarına inanırlarsa bu insanlar hakkında kulis oluşturup gizli planlar yapıp onları hile ile öldürürlerdi. Bunda çok da zorlanmazlardı çünkü zaten bütün devlet adamları birbirlerinin ayağını kaydırarak kendilerini önemli mevkilere getirme hırsı içindeydiler.



Osmanlı imparatorluğunda sadece devlet adamları değil özellikle Fatih Sultan Mehmet’in kardeş katlini yasallaştırmasından sonra padişahlar da ölüm korkusunu bizzat yaşarlardı. Bu yüzden kendilerini hiçbir zaman tam olarak güvende hissetmezlerdi. Bunun en güzel örneği içecekleri suyun bile su nazırı gözetiminde doldurulup mühürlenmesidir.



Osmanlı devletinde şeri hukuk etkin olmasına rağmen padişahın her sözü kanun niteliğindeydi ve hemen yerine getirilirdi. İnsana verilen değer çok azdı. Cezaların belirlenmesinde de bunu görebiliyoruz. Suç ufak olsa da ceza büyük ve de idamdı. Ama idam cezası başkalarının araya girmesiyle affedilebiliyordu. Zaten çok fazla düşünülüp taşınılarak verilmiş bir karar olmazdı. Kızan devlet adamı şunun başını vurun derdi ve suçlu idama mahkum edilirdi. Kararlardan çabuk vazgeçilebilmesi büyük ihtimalle bunların acele ve düşünülmeden verilmesinden kaynaklanmaktadır.



Padişah halk tarafından erişilmesi güç ve ulu bir kişi olarak algılanırdı. Hatta halkın büyük bir çoğunluğu hayatları boyunca padişahı bir kez bile görmemiştir. Çünkü padişahın karşısına çıkmak kolay bir şey değildi. Bunun için ya çok önemli bir şey yapmış olup padişah tarafından çağırılmak ya da önce sadrazamın onayını almak gerekirdi. Padişahın huzuruna çıkıldığı vakit ise onun haşmetini ve azametini vurgulamak için destbus etmek yani yeri öpmek gerekirdi.



Padişahlar fethettikleri yerlerin kalkınmasına ve özellikle orada Osmanlı kültürünün yerleşmesine büyük önem verirlerdi. Bu uygulama Osmanlı Beyliği’nin kuruluş yıllarına dayanmaktadır. O zamanlarda bile fethedilen yere ilk olarak cami yaptırılırdı. İstanbul fethedildiği ilk zamanlarda da şehre zamanın en usta mimarları getirilerek birçok yeni eser inşa ettirilmiştir.



Alimlerin ve din bilginlerinin düşüncelerine çok önem verilir her fırsatta onlara akıl danışılıp tecrübelerinden feyz alınırdı. Örmeğin Süleyman Han İpsala kalesini fethetmeye gitmeden 70 ulu evliyanın ve Hacı Bektaşı Veli’nin iznini almış Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethi güçleşince bütün şeyhleri toplatıp onlara akıl danışmıştır. Sultan Murat ise her Cuma gecesi bilginleri şeyhleri hafızları toplayarak onları ilmi konular üzerinde konuşturur salı geceleri gün görmüş ihtiyarlarla konuşarak sözlerinden hisse kapar Perşembe geceleri ise dervişlerle dünya görmüş bilgili kimselerle sohbet ederdi.



Osmanlı yöneticileri barış ortamının devamının ve halkın devlete bağlılığının sağlanmasının ülkede dirlik ve refahın oluşturulmasından geçtiğini düşünürlerdi. Bu amaçla örneğin Fatih Sultan Mehmet yoksulların güçsüzlerin yemek yemesi için imarethaneler yaptırmıştır. Yine onun zamanında hastanelerde hastalar çok iyi bakılır güzel yemekler verilir usta cerrahlar çalışırdı.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder