21 Ocak 2014 Salı

Göç Destanı

GÖÇ DESTANI



Destan Hakkında

Bilgi:



Bu destan da bir Uygur destanıdır ve daha önce de belirtildiği üzere, Türeyiş

destanının tabii bir devamı gibidir. Bugün, Orhun nehri kenarında bir şehir kalıntısı ile bir saray

yıkıntısı vardır ki çok eskiden bu şehire Ordu Balık denildiği tahmin edilmektedir. Büyük Uygur

Destanı' nın, işte bu şehrin saray yıkıntısının önünde bugün dahi görülebilecek şekilde

duran abidelerde yazılı olduğunu Hüseyin Namık Orkun' un belirttiğine göre bu abideler,

Moğol Hanı Öğüdey zamanında Çin' den getirilen mütehasıslarla okutturulup tercüme

ettirilmiştir.



Göç Destanının Çin ve İran kaynaklarındaki kayıtlarına göre iki ayrı

rivayet halinde olduğu bilinmekte ise de aslında birbirinin tamamlayıcısı gibidir. İran

kaynaklarında ki rivayet, daha ziyade tarihi bilgilere yakındır. Aynı zamanda İran rivayeti,

Türklerin Maniheizm' i kabulünü anlatan bir menkıbe hüviyetinde görünmektedir.

Aşağıda hülasa edilecek olan rivayeti Cüveyninin Tarihi Cihanküşa adlı eserinde kayıtlıdır ve

bu rivayete göre, destanda zikredilen iki ağacın, Maniheizm' in kurucusu Mani'

nin "iki Esas" adlı eserindeki iki ağacı temsil ve taklid ettiğini prof. fuad Köprülü iddia

etmektedir.



Destan:

Uygur ülkesinde, Tuğla ve Selenge ırmaklarının birleştiği

yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Adına Hulin Dağı derlerdi.

Hulin Dağında da,

birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Biri kayın ağacıydı. Bir gece, kayın ağacının arasında

yaşayan halk bu ışığı gördü ve ürpererek takip etti. Kutsal bir ışıktı, kayın ağacının üstünde

kaldığı müddetçe kayın ağacının gövdesi büyüdükçe büyüfü, kabardı. Oradan çok güzel

türküler gelmeğe başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesinden bütün çevre ışıklar içinde

kalıyordu.

Bir gün ağacın gövdesi ansızın yarıldı. İçinden beş küçük çadır, beş küçük

odacık halinde meydana çıktı. Her odacığın içinde bir çocuk vardı. Çocukların ağızlarının

üstünde asılı birer emzik vardı ve onlar bu mukaddes çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri

çok büyük saygı gösterdiler.

Çocukların en küçüğünün adı Sungur Tekin' di,

ondan sonrakinin adı Kutur Tigin, üçüncüsününki Türek Tekin, dördüncüsünün Us Tekin ve

beşincisinin adı Bugu Tekin' di. Beş çocuğun beşinin de Tanrı tarafından gönderildiğine

inanan halk, içlerinden birini hakan yapmak istediler. Bugu Han en büyükleri idi hem de

ötekilerden daha güzel, daha zeki ve daha yiğit görünüyordu. Bugu Tekin' in

hepsinden, her hususta üstün olduğunu anlayan halk onu hakan olarak seçtiler. Büyük bir

törenlle Bugu hanı hakan olarak seçtiler. Büyük bir törenle Bugu hanı tahta oturttular.

Böylece yıllar yılı kovalamış ve bir gün gelmüş uygurlara bir başkası hakan olmuş.

Bu

hakanın da galı Tekin adında bir oğlu varmış.

Hakan oğlu Galı Tekin' e, Çin

prenseslerinden birini, KiuLien' i almağı uygun görmüş.

Evlendikten sonra Prenses

KiuLien, sarayını Hatun Dağında kurdu. Hatun dağının çevre yanı da dağlıktı ve bu dağlardan

birinin adı da Tanrı Dağıydı, Tanrı Dağının güneyinde de Kutlu Dağ derler bir başka dağ vardı,

kocaman bir kaya parçası.

Bir gün elçileri, falcılarıyla birlikte KiuLien' in sarayına

geldiler. Kendi aralarında konuşup dediler ki:

Hatun Dağının varı yoğu, bütün bahtiyarlığı

Kutlu dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkleri zayıflatıp yıkmak istiyorsak bu kayayı

onların elinden almalıyız.

Bu konuşmadan sonra varılan karar üzerine Çinliler,

KuiLien' e karşılık olarak o kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni Hakan, isteğin

nereye varacağını düşünmeden ve umursamadan Çinlilerin arzusunu kabul etti, yurdunun bir

parçası olan bu kayayı onlara verdi. Halbuki Kutlu Dağ bir kutsal kayaydı; bütün uygur

Ülkesinin saadeti bu kayaya bağlıydı. Bu tılsımlı taş Türk Yurdunun bölünmez bütünlüğünü

temsil ediyordu düşmana verilirse bu bütünlük parçalanarak ve Türkelinin bütün saadeti de yok

olacaktı.

Hakan kayayı vermesine verdi ama kaya öyle kolay kolay sökülüp götürelecek

cinsten değildi. Bunu anlayan Çinliler, kayanın çevresine odun ve kömür yığıp ateşlediler. Kaya

iyice kızınca da üzerine sirke döküp parça parça ettiler. Her bir parçayı da ülkelerine

taşıdılar.

Olan o zaman oldu işte. Türkelinin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanları dile geldi,

kendi dillerince kayanın düşmana verilişine ağladılar. Yedi gün sonra da bu düşüncesiz Hakan

öldü. Ama Onun ölümüyle ülke felaketten kurtulamadı. bir Çin prensesi uğruna çekinmeden

feda edilen yurdun bir kayası, Türkelinin felaketine sebep oldu. Halk rahat ve huzr yüzü

görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buhar olup uçtu. Topraklar yarıldı,

mahsuller yeşermez oldu.

Günlerden sonra Türk Tahtına Bugu Han' ın

torunlarından biri hakan olarak oturdu. O zaman canlı cansız, ehli yaban, çoluk çocuk bütün

yurdda soluk alan almayan ne varsa hepsi birden:

Göç!.. Göç!.. diye çığrışmaya başladı.

Derinden, inilti, hüzün dolu, çaresiz bir çığrışmaydı bu. Yürekler dayanmazdı.

Uygurlar

bunu bir ilahi emir diye bildiler. Toparlandılar, yollara düzüldüler; yurdlarını yuvalarını bırakıp

bilinmedik ülkelere doğru göç etmeğe başladılarç Nihayet bir yere gelip durdular, orada sesler

de kesildi. Uygurlar, seslerin kesilip duyulmaz olduğu bu yerde kondular, beş mahalle kurup

yerleştiler ve bunun için bu yerin adını da Beşbalıg koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder